Türkler ve İslam
Türkler İslam ile müşerref olmadan önce hayatlarını genellikle örf adet kaynaklı hukuk normlarına göre idame ettiriyorlardı Bu sebeple, kaideler ve yaptırımlar bütün Türk boylarında kabul görür ve bunlara umumiyetle uyulurdu. Bundan dolayı İslam’ın kabulünde ve uyum göstermede pek de zorlanmamışlardır. Geleneksel kurallara, İslam ile beraber ahrete dayalı dini sorumluluklar da eklenince, bu dünyada hayatı tanzim eden ve ebedi dünya sorumluluğuyla da yeni yükler yükleyen bir hayat biçimi yaşanmaya başlandı.
Resmi tarihe göre Türkler’in İslam’a yönelmeleri her ne kadar 932 yılından itibaren Abdulkerim Satuk Buğra Han ile başlamış ve önce Karahanlılar’la Gazneliler’in Müslüman oldukları kabul ediliyorsa da, bu tarihten önce de, bir kısım Türkmen boylarının, küçük gruplar halinde İslam’ı seçtikleri biliniyor. Bir miktar Fars kültüründen etkilenmekle beraber Türkler’i, diğer Müslüman toplumlardan ayıran önemli bir fark, kendilerine özgü tasavvufi düşünce ve hayat biçimi geliştirmeleri ve bu sosyal hayatı, muhtelif tarikatlar aracılığıyla bugüne kadar sürdürmeleridir.
İslam öncesi Türkler’de üstün nitelikleri, savaşçılıkları ve kahramanlıklarıyla öne çıkanlar “Alp” unvanıyla anılırdı. Müslümanlıkla birlikte, nefse hâkimiyet, ahlak ve fazilet konusunda kemale ererek Hakk’a yaklaşan insanlar ise, “ermiş kişi” veya “eren” diye anılırdı. Türkler, İslam’ı kendi geleneksel kültürleriyle sentezleyince, bu iki yaşam tarzı birbirini etkileyerek hem erdemi, hem de kahramanlık meziyetlerini kişiliklerinde harmanlayan bu kişilere hem alp, hem de eren niteliklerinden dolayı “Alperen” denildi. Bütün Türk çocuklarının hayalinde hem “Kızıl Elma” ülküsü, hem de son mukaddes dinin bütün Cihan’a yayılmasında bu yüce görevi üstlenmek için Alperen olma sevdası yatıyordu. Bu sosyal konuma sahip olanların bir kısmı fethedilecek topraklara çok önceden giderek, ilim ve tecrübeleriyle gayrı Müslimlere yol göstermiş, sıkıntılarına çare olmaya çalışmış ve aynı zamanda hastalara şifa dağıtmışlardır. Bu ulvi şahsiyetler, yabancı halkın içine, Müslüman ve Türk kimlikleriyle girdiklerinden milletimize ve dinimize sempati duyulmasına sebep olmuşlardır. Savaş tekniklerinin şahikasında bulunan bir kısmı ise, fethedilecek topraklarda yaşayan halkı zulümden ve baskılardan koruyup, dikkat çekmekte ve bunun sonucunda da tekfurların mutemet adamı haline gelmekteydiler. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması fütuhatını, dinimizi tasavvufi yorumlayan bu adsız kahramanlar kolaylaştırdılar. Hükümdarlarının baskıları ve zulmünden bıkan Diyar-ı Rum halkı ise, fethe gelen Türk ordusunu ya sevinçle karşılamış veya sert direnişte bulunmamışlardır.
Anadolu’nun kapısı 1071 Malazgirt’le açılmışsa da Hoca Ahmet Yesevi Dergâhı’nda manen yoğrulan müritlerin çabalarıyla fethin daha önceden başladığını görüyoruz. Bu müritler, irşat faaliyetleriyle dinimizi halka sevdirmişlerdir. Yaktıkları manevi ateşte, hem kendileri yanarak Yaradan’a daha çok kul olmuş, hem de hakka kazandırdıkları talebeleriyle daha çok insana güzel ahlakı ve erdemi taşımışlardır. Bu dervişlerden bazıları Avşar Baba, Pir Dede, Akyazılı, Kıdemli Baba Sultan, Geyikli Baba, Abdal Musa, Horos Dede, Emir Çin Osman, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltık, Tapduk Emre, Yunus Emre, Şeyh Murat, Gajgaj Dede ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’dir. Büyük Selçuklu’dan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’ya kadar, bu devletlerimizin kuruluşunda adı geçen veya geçmeyen birçok manevi mimarın harcı ve izi vardır.
Bazı tasavvuf ehli de, Devletimizin kuruluşundan itibaren yükselme devrine kadar Devlet’i yönetenlere, müşavirlik ve akıl hocalığı yapmışlardır. Bu şahsiyetler, hem tasavvufi hayatları, hem de akait bilgilerinden dolayı saygı görerek, meşveret ve istişare kültürünün teamül haline gelmesini sağlamış, adil karar ve uygulama süreçlerinin oluşmasına vesile olmuşlardır. Bunlardan bazıları Şeyh Edepli Ali(Edebali), Kumral Dede, Emir Sultan Buhari, Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin’dir.
Geçen bin yıldan fazla bir süreden beri din ve milleti birbirinden ayrılmayacak biçimde yoğurarak sentezleyen Anadolu halkının bu sosyokültürel yapısından ne İslam’ı, ne de Türklüğü ayırmak mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki nadiren İslam’ı terk eden bir Türkiye Vatandaşı, aynı zamanda Türklüğünden de vazgeçmektedir. Bu özelliğimizi yüzyıldan daha uzun süre önce fark eden batılılar, bu iki mevhumu birbirinden ayırarak bizi biz yapan değerlerden birer birer uzaklaşmamız için çaba sarf etmektedirler.
Bu strateji sonucunda kaybetmeye başladığımız nitelikleri yeniden kazanmak için haysiyet, onur, mertlik ve güvenilirlik gibi kavramlar, içleri doldurularak, aile ve okullarda daha çok öğretilmelidir.
Bu ülkede geleceğe güvenle bakılmasının yegane yolu, yüce dinimizin tavsiye ettiği gibi bir ve birlik olmak, devlet ve siyaset yönetiminde liyakate önem vermek, istişare kültürünü yeniden yerleştirmek, adaletten ve demokratik karar süreçlerinden taviz vermemek, sosyal sorumluluk sahibi, çalışkan,üretken ve hayırlı bir kadro yetiştirmektir.
Zeki BUZGAN