Tarih üzerine birçok teori geliştirilmiştir Tarihsel çözümlemede anahtar, entropi yasası ve yukarıdaki özdeyişlerdir. Yaşamımızı sürdürme biçimimizdeki yüzeysel ya da kökten değişikler tarihin konusudur. Toplumlar ve iktidar sahipleri, yaklaşımlarında başarısızlığa düştüklerinde, yaşamda köklü değişimleri hedeflerler. Buhran ve kriz dönemleri yaşamı yeniden gözden geçirme travması ve yeni keşif arayışlarına yol açar.
Egemen tarih teorisi, insanların yaşam tarzındaki büyük değişimlerin kendilerine yeterli boş vakit sağlayacak servet ve fazlalığın yapılandırılmasına büyük bir anlam yükler. Tarihin başlangıcında avcı-toplayıcı toplulukların, artık-değer oluşturmaya kalkışmadan tarıma geçmediklerini belirtir. Nedeni ise, yiyecek kaynaklarının azalmasıyla kıtlığın eşiğine gelen insanların yiyecek bulmakta zorlanmalarından dolayı tarla tarımına yönelmeleri ve altı ay boyunca avlanma ve yiyecek toplamaya çıkmamaları olarak açıklanır.
Bu düşünce hiç de makul değildir. Avcı-toplayıcılar sürekli kendini yenileyen doğada yıllarca yetecek mükemmel bir stokun içindeyken niçin yaşam tarzlarında köklü bir değişime gitmek durumunda kalmış olabilirler? Bu sorunun cevabı doğadaki kıtlık değildir. Ancak egemen tarih görüşü, makineleşme ve teknik donanımı arttırma paradigmasını meşru kılmak için, tarihi düz bir doğrultuda giden, sürekli bir gelişme çizgisi olarak algılamamızı istemektedir. İlerleyen her dönem, bir önceki dönemden daha fazla artık-değer ve boş zaman sağlayacak, daha gelişmiş ve kapsamlı teknik aletlerin keşfedilmesi için, daha fazla boş zaman oluşacak ve daha fazla maddi değer açığa çıkacak ve bu süreç, böyle sürekli olarak devam edip gidecektir. Böylece toplumda uzmanlaşma, işbölümü artacak ve artık-değerden pay alarak büyüyen bir devlet toplumu doğacaktır. Bunun adı da tarihin ilerlemesidir.
Modern liberal burjuva dünya görüşü de tarihsel sürece ve olgulara böyle bakmamızı ister. Ama tarih, gerçekte böyle düşünülmeye şartlandırıldığımızın tersine bir yönde ilerlemektedir.
Tarihi algılama biçimimizi tamamen değiştirecek olan kapsamlı bir serüvene birlikte çıkalım. Tarih, Antik Yunan filozoflarının dediği gibi sürekli bir bozulma süreci midir? Yoksa modern aydınlanma felsefecilerinin dediği gibi, tarihin döngüsel doğasını ve sürekli olarak bozulma sürecini reddederek, tarihin düz bir çizgide sürekli olarak ilerlediğini yani bir sonrakinin bir öncekine göre sürekli bir ilerleme kaydettiğini savunmak mı gerekir?
1750 yılında tarihte sürekli bir değişim ve hareketin faziletine inanan Jacqus Turgot’un sözüyle “Tarih, birikime ve ilerlemeye dayanan bir olgu” mu- dur? Turgot, “Tarihteki ilerlemenin zaman zaman düzensizlik ve başarısızlık içeriyor olsa bile, hatta tarihsel gelişme durup bazen birkaç adım geriye düşse bile, genel olarak tarih; dünya üzerindeki hayatın mükemmel kılınmasına doğru kapsamlı bir ilerleme süreci olarak görülmelidir” demektedir.
Romalı Horace “Zaman, dünyanın değerini düşürür” diyordu. Antik Yunan mitolojisinde tarih, her biri bir önce gelenden daha bozulmuş ve kabalaşmış olan beş safha ile gösteriliyordu. Altın, gümüş, pirinç, kahramanlar çağı ve en son demir çağı. Altın çağ tarihin doruğudur, bolluk ve doyum dönemidir. Yunan filozofu Hesiod’un aşağıda alıntıladığımız altın çağ yorumu bir peri masalı değildir.
“Başlangıçta, Olimpos’un ölümsüz sakinlerince ölümlü insanların altın ırkı yapıldı… Onlar, gönülleri tasadan uzak, çaba ve acı kırıntısı olmaksızın Tanrılar gibi yaşadılar. Onları, acınası bir yaşlılık beklemiyordu, her daim ellerinden ve ayaklarından mecal kesilmeyecekti; hazlarını, her türlü kötülükten uzak, şölenlerle aldılar. Öldüklerinde, ölüm, bir uykuya yenilmeleri olarak düşünüldü. Her iyi şey onlarındı ve onlar, bolluk içinde, güzel şeylerle, ülkeleri üzerinde süren iyi niyet ve barış ile yaşarken, toprak anadan kendiliğinden, inlemeden, bereketli ekin harmanları toplanırdı.”
Günümüzdeki antropologların çoğunluğu, Hesiod’un tarihin başlangıcı yorumuyla aynı fikirdedirler. Acaba gerçekten tarihsel bir ilerlemeden bahsedebilir miyiz? Yoksa artan çürüme ve yozlaşmayı kabullenmek daha doğru ve gerçekçi bir kavrayış değil midir? Nükleer enerji kazaları, termo-nükleer savaş tehlikesi, kitle imha silahlarının artan şiddeti, açlık, işsizlik ve tecavüzler bir ilerleme sayılabilir mi? Dünya altın çağ ya da cennet çağından sonra mitolojide Pandora kutusunun açıldığı, gerçeklikte ise zora dayalı hiyerarşi ve tahakküm cenderesinin kurulduğu günden beri, daha da kötüye gitmeye devam etmektedir ama insanlığın ortak iyilik ve ortak adalet umudu tüketilememiştir.