Özgür Yurttaşlık Üzerine; Doğruyu Hak Bil, Hakk’ı Doğru Bil


Aydın Mutlu Dinçoğul
 
 


Antik Yunan’da yurttaş olabilmenin ön koşulu; özgür, mülk ve servet sahibi bir erkek olmaktı. Kadınlar, köleler, zanaatkârlar ve ticaret erbabı, yurttaş sayılmaz ve siyasal karar alma mekanizmasına katılamazlardı. Dolayısıyla kamusal alan, bu dışlanmaların sonucunda seçkinlerce şekillendirilmişti. 
Hâlbuki yurttaşlık, salt hukuki ve siyasal bir durum olmaktan öte, toplumsal eşitlik idealiyle birlikte düşünülmesi gereken bir oluşum olarak savunulmalıdır. Yurttaşlık; haklar, katılım ve aidiyet temelinde bir ortaklıktır. Yurttaşlık, eşitlerin katılımı ilkesi gereğince güçlenen bir ortaklaşmadır. Yurttaşlık statüsü kazanmak demek, ortak karar alma sürecine özgürce katılabilmek, askerlik yapmak ve vergi vermek gibi yükümlülükleri yerine getirmekle bütünleştirilir. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken en hassas konu, hak ve yükümlülüklerle imtiyazların, ayrımcılık ve hiyerarşi yaratmayacak şekilde dengelenmesidir. Çünkü kimi sosyal sınıf, etnik köken, cinsiyet ve inançlara ayrıcalık ve üstünlük tanınması, yurttaşlık ortaklaşmasını, eşitsiz ve zora dayalı ilişkilere dönüştürür.
Gerçek anlamda özgür yurttaşlık; her bireyin toplumsal, kültürel ve siyasal hayatın aktif bir öznesi haline gelmesi ve geleceğini, toplumun kanallarına özgürce katılarak, doğrudan kendisinin belirleyebilmesi demektir. Kapitalist modernitenin oluşturduğu yurttaşlık ise, insanları; yerel ve ulus-öncesi topluluklara olan bağlılıklarından kopartarak tekleştirme ve asimile ederek özümseme zemininde yükselmiştir. Bu kavrayış, ‘Biz ve Onlar ya da Yurttaşlar ve Yabancılar’ tarzında açık bir ötekileştirme ve ayrımcılığı devam ettirir. 
Ulus-devletlerin meşruiyeti, ilahi bir güce ya da bir hanedana dayanmaz. Modernist devletin; meşruiyet gücünü, sınırları içinde yaşayan bireyleri esas alan ama hayali bir cemaat kimliği olarak tasarlanan ulustan aldığı varsayılır. Son iki yüzyıl içinde yurttaşlık ve ulus, ayrılmaz bir şekilde iç içe geçirilmiş ve yurttaşlık, ulus-devletle özdeşleştirilmiştir. Ulus olarak tasarlanan siyasal toplumun, aynı zamanda kültür, dil, gelenekler ve karakter bakımından da türdeş olmasının, zorunlu olduğu savunulur. Böylece toplumdaki çok renklilik sağlayan farklılıklar silindikçe, tektipleşmiş modernist bir yurttaşlık oluşur. Modernlik öncesi aidiyet ve tabiiyet ilişkilerinden özgürleşen insanlar, yurttaş olarak tanınır tanınmaz tekleştirilerek, bu kez modern ulus devletin kurumsallaştırdığı disiplinli dev bürokrasi ağı içinde, yeni tahakküm ağlarının içine alınır ve statülerin hiyerarşisi, yeniden daha sıkı bir şekilde inşa edilir.
Bugünkü Avrupa ulusu, kültürel, ekonomik ve siyasal homojenlik “ideali” etrafında geliştirilmiştir. Ulus-devletler varlıklarını korusalar da Avrupa’nın “yüksek” üst-kültürünü yeryüzünde hâkim kılmak için, çok daha merkezi bir karar ve sevk mekanizması oluşturmuşlar ve ‘Birleşik Avrupa ile dünya üzerindeki denetimlerini yükseltmişlerdir. Fakat bugün de Avrupa içinde yaşayan ve özümsenemeyen göçmenler ve farklı inanç toplumları dışlanmaya ve ötekileştirilmeye maruz kalmakta ve kaçak işçi olarak çalışabilmektedirler. Bu da Avrupa’daki modern köleliğin daha da derinleştiğini ifade etmektedir. Ülkedeki herkesin yurttaş olduğu varsayılsa da, göçmenler ve dünyanın geride kalanı dışarıda bırakılmıştır, yani yabancı sayılanlar yurttaş olamazlar. Bu zalim ikilik, sözüm ona demokratik devletlerin, yeryüzünün geri kalanını nasıl sömürgeleştirdiğini ve öncelikle Avrupa’da ve daha sonrada Avrupa modernizmini örnek alan bütün sözde demokrasilerde, ayrımcılığın temel alındığını açıkça göstermektedir. Sahte gösteri demokrasisinin olduğu her yerde, hem tekleştirme hem de ayrımcılık hâkim ittifaktır. Bu anlamda modernist paradigmanın sözde yurttaşlık anlayışı, hem kapsayıcı bir merkezileştirmeye, hem de dışlayıcı bir tahakküme sahiptir. 
Örneğin 1789 Fransız devriminin eşitlik ilkesinin bir masala dönüştürülmesi başarılmış ve J.J.Rousseau’nun toplumsal sözleşme ilkeleri çöpe atılmıştır. Onun, devletin en önemli görevi olarak ilkeleştirdiği, zenginler ile baldırı çıplaklar arasındaki uçurumun, ‘Cumhuriyetçi Eşitlik’ ilkesiyle aşılabilmesi, hemen terk edilmiştir. Başlangıçta nüfusun içinde %5 olan Franklar, diğer kesimleri eğitim ve ekonomide kurdukları merkezi bürokrasiyle özümseyerek, ‘modern bir Fransız ulusu’ yaratmışlardır. Başlangıçta kadınların ve mülk sahibi olmayanların oy bile kullanamadığı bu ülkede, farklılıkların kendilerini özgürce ifade etme ve örgütlenme hakları, uzun mücadeleler sonucunda kazanılmıştır.
İnsanların yurttaş olması, bütün eşitsizliklerden hemen kurtulması anlamına gelmemektedir. İnsanlar, kazandıkları yurttaşlık kimlikleri ile kapitalizm ve modernlik öncesi döneme ait eşitsizliklerden ve haksızlıklardan kurtulmuş olsalar da sosyal ve ekonomik eşitsizlikler, toplumda halen devam ettirilmektedir. Demek ki gerçek anlamda demokratik yurttaşlık ve demokratik uluslaşma sürecine hiç geçilmemiş, eşitsizlikleri aşan bir özgürleşme akamete uğratılmış ve gerçek demokratikleşme, tamamlanmamış bir süreç olarak kalakalmıştır.
Bu anlamda özgür yurttaşlık kavramı bilince çıkarılmalıdır. Temel hak ve özgürlüklerle siyasal hakların, sosyal haklarla sıkıca birleştirilmesi savunulmalıdır. Bunun için gerçek anlamda bir sosyal bir hukuk devleti oluşturulmalı ve böylece toplumsal eşitsizliklerin ve ayrımcılığın aşılabilmesi sağlanmalıdır. Yoksa mevcut ikileştirme ve ötekileştirmeler, sosyal adaleti zedelemeye ve daha da derinleştirerek varlığını sinsice sürdürmeye devam edecektir.

 



Tarih: 19.05.2015 10:29