Parlamenter temsili demokrasiyle işletilen ve muazzam bir üretim kapasitesine ulaşan, sanayi sonrası yüksek teknoloji egemenliğindeki endüstriyel küresel kapitalizm, bugün artık rakipsiz bir güce sahip, siyasal ve ekonomik bir sistem olarak düşünülmektedir. Öyle ki “demokratik ve katılımcı” bir yönetimle bütünleşen insan haklarının ve siyasal özgürlüklerin varlığı, küresel kapitalist sistemi ilk bakışta bir umut ve cazibe merkezi gibi görmemize yol açmaktadır. Ancak sabırlı bir gözlem ve tetkik, küresel kapitalizmin; yönetim mekanizmasının ve iktisadi işleyişinin, demokratik ve katılımcı olmadığını, bize çok net olarak gösterir. Bütün stratejik kararlar, en tepedeki ve oldukça sınırlanmış dijital dünya elitleri tarafından, büyük bir gizlilik içinde alınmaktadır. İnsanlığın kendi geleceği konusunda yeni seçenekler yaratabilmek için ortak sorumluluklar ve ortak kararlar alma iradesi kazanması, kapitalizmin en korktuğu dinamiktir.
Ayrımsız olarak dünyanın her ülkesinde hüküm süren yoksulluk, kıtlık, yoksunluk ve baskı mekanizmalarının varlığı, kapitalizmin ürünüdür ve kapitalist kalkınmanın küresel çapta sürdürülebilir olması noktasında, açık bir kuşkuya düşmemize neden olmaktadır. Kapitalizmi savunanlar, çoğunluğun yaşadığı mevcut sorunların nedenini; kapitalist sistemin açmaz ve çıkmazlarına değil de, bu sorunları yaşayan ülkelerin, ekonomik ve teknolojik yönden, kapitalizm ile yeteri kadar bütünleşmemelerine ve kapitalist dünya sistemiyle uyum sağlayamamalarına bağlamakta ve üstelik sözde demokratik bir düzenle yönetilmemelerini bahane etmektedirler. Hâlbuki kapitalizmin doğduğu ana/merkez ülkelerde de aynı sorunlar mevcuttur. Amerika’da siyahilerin yoksulluğu, Avrupa’da göçmenlerin yoksunlukları saymakla bitmez.
Kapitalizmin özgürlükçü bir sistem olduğu ya da olabileceği çok ucuz bir yalandır. Kapitalist kalkınmayla övünenler, insan başına düşen gelir düzeyini bize örnek gösterirler. Bu kıyaslama da büyük bir aldatmacadır. Kalkınmanın başarısı, esas olarak ve öncelikle, yaşamın her alanındaki özgürlüklerin ve doğal hakların genişlemesi ve kalıcılaşmasıyla ölçülmelidir. Ekonomik fırsatlarda eşitlik, siyasal özgürlüklerde ayrımcılık yapılmaması, bireysel yaşamın güvence altında olması ve toplumsal ilişkilerde şeffaflık yaratılması gibi özgürlük alanları, kapitalist kalkınmanın sınırladığı özgürlük alanlarıdır. Aslında bu sistem, “Sana verdiğimle yetin ve benim belirlediğim sınırlarda pasif kal, yoksa hayatını dayanılmaz bir cehenneme çeviririm” demektedir. Hâlbuki özgürlüklerin genişlemesi, kalkınmanın en temel amacı olmalıdır. Kalkınmanın somut ifadesi, insanların kendi seçtikleri doğruları gerçekleştirebilmeleri konusunda bütün özgürlük yoksunluklarından tamamen kurtulmalarından ibarettir. Özgür irademizin ifadesi olan bireysel seçim haklarımız, sistemin bize tanıdığı ekonomik ve siyasal sözde “fırsatlar” tarafından, sistemin bekası için sınırlanır ve kısıtlanır.
İnsanların yaşamlarında farklı türden doğal özgürlükleri vardır. Örgütlenme ve ifade özgürlüğünü savunan her çıkış, öncelikle bireysel özgürlüklerin tanınması talebini merkeze almalıdır. En üstün hedef olarak bireysel özgürlüklerin tanınması, toplum tarafından vazgeçilmez ve dokunulmaz bir hak olarak ön planda tutulmalıdır. Bu anlamda ekonominin işleyişinden tutun, nerede nasıl bir üretim yapılacağına dair kararların alınmasına kadar, yaşamlarını etkileyen her alanda, insanlara bireysel doğrularını sunma ve savunma hakkı eksiksiz tanınmalı ve ekonomik ilişkilerin yabancılaştırıcı, dışlayıcı bağları böylelikle koparılmalıdır. Toplumsal kutuplaşmanın bütünüyle sona ermesi, kalkınmanın sonucunda bölüşümün de en adaletli bir şekilde yapılabilmesine bağlıdır.
Sonuç olarak bugün acımasız rekabete ve azami kar hırsına dayalı kapitalist dünya ekonomisine baktığımızda, dünya çapında doğa tahribatının yanında aşırı kentleşmenin yaygınlaştığını, muazzam bir yoksulluk, kıtlık ve açlıkla dünyanın çırpındığını, teknolojik tekelleşmenin toplumsal denetim ve tahakkümü geliştirdiğini ve bu sorunların dayanılmaz, yakıcı bir hal aldığını görmek mümkündür. Öyleyse bunca soruna karşılık umursamazlık ve duyarsızlık, bencillik ve kurnazlık, kapitalist egemenlerin hâkim yönüdür. Böylesine kalbi mühürlenmiş bir iktidarlaşma gücüne karşı çıkmak, insanlık onuru taşıyan ve kendine “İnsanım.” diyen herkesin, en doğal vicdani ve ahlaki duruşu olmaktadır.
Öyleyse daha çok tüketerek değil daha adaletli bölüşerek, ortak mutluluğunun yakalandığı eşitlikçi bir toplumsallaşmaya ulaşılması ve sonu belirsiz olan limitsiz kalkınmaya değil, ancak doğanın döngüsünü bozmayan, ihtiyaçlar ekonomisine dayalı doğal bir ekonomi yaratan, etik bir toplumsallaşmaya geçilmesi zorunludur. Erdemli, doğal toplumsal yapılanış, tüm özgürlüklerin eşitlendiği ve adaletin hakikatle buluştuğu bir uygarlık olarak kavranılmalıdır. Ayrıca barış ve adalet uygarlığını kucaklayabilmek için, tarihsel-evrensel etik değerlerin, ilahi cevherle buluşturulması gerektiği savunulmalıdır.